"Bu kızgınlığın bir sonu yok, bu doymamışlığın, bu bitmemişliğin. Farkındayım, herhalde farkındasın. Ne hissettiğini bilmiyorum, merak ediyorum, çok eski bir şarkıyı yoldan geçerken duyar gibi, ismini hatırlamak gibi, eski bir çilek kokusu. Tanıdık ama yeni bir merak. Bitmedi mi o eski hırs, o kıskançlık ve bitmezlik. Bitsin diye yalvardığım acılar. Kuduz bir köpek gibi özlüyorum eski seni. Susmak yetmiyor şimdi; özlemek ve anmak belki de. Şimdi bekliyorum, bir ses, gelir mi? Değişmeyeceğini bildiğim, bildiğin bir geçmişi karıştırmak; içine unuttuklarımı koyarak. Korkuyorum ve mutluyum, seni bitiremedim."
Kadın; üstünde bej bir trençkot, içinde ince bir gömlek, biraz pembe, biraz sarı. Saçları rüzgarlı bir topuz. Üşümüş yanaklarında giderek artan bir fildişilik. Hafif gülüşmeler, sık hareket eden parmaklar ve huzurla kıpırdayan omuzlar. Masada iki ayrı adam. Biri uzun saçlarıyla belki yaşından on yaş çocuk, eski deri ceketiyle çokça serseri. Sık sık gökyüzüne yönelen iki ela göz. Sık gülüşmeler ve sık sık ciddi fikirler. Diğer adam, fazlasıyla diğer adam. Huzursuz, hayattan fazla beklentili ve umutsuz gene de. Sık saçlarında çocuksuluğu yok etmiş beyazlar, zavallı bir duruş, komik sözler ve sonu olmayan gayri ciddiyet. Kadın ikisine de sevgiyle bakmakta. Üzülmekte, sevmekte, umut etmekte ve beklemekte. Kelimelerin anlamını veremiyor mu meraklı, bir kahve daha mı sorusu aklında, beklentisini bırakıp hareket etme isteği.
Bir bahaneyle kalktı kadın, bol sisli gelen gecenin içinden az ışıklandırılmış sokaktan geçerek, ışıklı dükkanların önünde, ona bakan kadın ve adamların önünden geçerek yürüdü. Trençkotunun önünü kapatmaya çalıştı önce, ince giyinmek sevdasına kızdı, adımlarını hızlandırarak, sola döndü. Durakladı; tanıdık bir sokağa benzetti aralığı. Huzurluydu. Uzun süredir ilk defa O'nun mutlu olmasını diledi o an. Mutluluğun ne olduğu tartışmalıydı hala, tartışmayı bırakalı çok olmuştu. Huzurla çıkmazı geçti, apartmanın önüne geldi. Cebinden çıkardığı anahtarlıkla biraz oynayarak gökyüzüne baktı. Eski şarkılardaki gibi, aynı gökyüzüne bile bakamamak. Gülümsedi eski hüzünle,huzurla. Büyük kapıdan geçerken, apartmanın eski,geniş merdivenlerinin iki yüzyıllık hüznünü düşündü. İnsanlar görmüşlerdi, duymuşlardı, unutmuşlardı. Onlar buradaydı, insanlar gitmişti. Üçüncü kata çıktı, telefonu çalıyordu, açmadı, kapıyı açarken telefonunu çıkardı cebinden, açmadı. Salonun ışığını yakmadan geniş koltuğa attı kendini, telefonunu baktı. Masanın üzerine koydu, açık pencereden gelen soğuk, kar habercisi rüzgarı soludu.
Kendini gülümserken buldu, karanlıkta, rüzgarla tek başına otururken. Müzik yoktu, kafasında dönen yorgun sesler dışında. Evindeki yalnızlık, kafasındaki kalabalık. Üstünü çıkardı, pencereyi kapatmadan, üstüne battaniyeyi çekerek başını koltukta unutulmuş bir çocuk gibi bekleyen turuncu yastığa koydu. Evet, birini tamamen unutmak acı verici, huzurla anımsamak ama özlememek koyu pembe bir mutluluktu.
"I don't mind if you forget me"